...Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
Kudüs'ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakalları baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş Urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu, Kanal'a doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:
— Geç yiğidim, geç! diyordu.
Fakat bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu.
Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.
Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli'yi kaybetmiştik.
Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. Tamamıyla Batılaşmak ve sonra da Halep'ten Kızıldeniz'e doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut, büyük bir şehir, Kudüs, büyük bir şehir ve hepsi yabancı idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi.
Fakat her yere:
—Bizim diyorduk.
Şam, evimiz kadar bizim. Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.
Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk.
Şam'dan kalkan tren, Medine'ye üç gün üç gecede gider. Medine'yi bile bırakmıyorduk. Medine'siz Türkiye? Bu emperyalizmin intiharı demekti.
Ne Medinesi? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana'dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı. Aden'e!
...Hamit'in mısrasını hatırlıyordum:
— Nereye gitmek istiyorsunuz?
— Adem'e!
Mısır'ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs'te, Şam'da, Lübnan'da, Beyrut'ta ve Halep'te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.
Zeytindağı'nın üstündeki Alman yurdunda biz, devenin üstüne merdivenle tırmanmaya uğraşan Avusturyalı subay, otomobilden ürken hecin, hecinden ürken Macar atı, Kanal'ı geçmek için Taberiye Gölü'nde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve bir boğuk Arap sesi:
— Felyahya!
... İmparatorlukların sanatı sömüge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı
Hazırlayan :
Politik Değildir - Non Political